Howl'un Yürüyen Şatosu: Yaşlılığın Bilgeliğiyle Gençliğe Dönmek
Sinema Güncesi - Miyazaki'nin Bir Şaheseri Üzerine Notlar
Geçen gün, beyaz perdeye ilk düşmesinin üzerinden yaklaşık 21 sene geçmiş, pek çok kişinin yıllar önce izlediği bir filmi ilk defa izledim: Howl’s Moving Castle yani Howl’un Yürüyen Şatosu.
2004 yapımı olan film, Diana Wynne Jones isimli yazarın aynı adlı kitabından uyarlamaymış. Film Studio Ghibli yapımı ve Hayao Miyazaki yönetmiş. Bu stüdyoyu bilmeyen yok tabii artık. Yoksa yapay zekaya fotoğraflarını Studio Ghibli tarzı düzenletmeyen kaldı mı aramızda?
Yavaşça filme doğru geçersek eğer filmdeki ana kahramanlarımızdan Howl; yakışıklı, gizemli, tehlikeli ve gizli kahraman. Diğer karakterimiz ise Sophie; küçük bir şapka dükkanında şapka yaparak hayatını geçiren içe kapanık bir genç kız. Savaş döneminde geçen bu filmde kız bir gün tehlikeye düşer ve yakışıklı kahramanımız kızı kurtarır. Çok klişe bir başlangıç değil mi? Bu film için değil.
Öncelikle filmin bana gençlik yıllarımı hatırlatan bir çizim tarzı var. Anime veya animasyon izleyince; sabah erken saatlerde, tek başıma, oturma odamızdaki büyük sehpanın altında saklanarak izlediğim çizgi filmlerin tadını alıyorum bazen.
Ancak bu filmde bahsettiğim his o his değil. Daha farklı, yetişkin olmaya hatta bir birey olmaya çalışan küçük çocuğun yalnızlığı ve arayışıyla dolu bir his.
Bu his büyük ihtimalle filmde Sophie’nin hikayesinden besleniyor. Babasını kaybetmiş ve annesi ile bağları kopuk olan genç kızın kendine alışılmışın dışında bir hayat kurması. Sophie, Howl ile tanıştıktan sonra kötü bir cadı ona büyü yaparak yaşlanmış haline çeviriyor. Fakat bana sorarsanız bu lanet, Sophie’yi tekrar hayata bağlamış aslında.
Bunu düşünmemin en büyük sebebi ise Sophie’nin yaşlanmış olmasına verdiği tepki açıkçası. Sophie; beklenenin aksine yıkılmıyor, ağlamıyor, korkmuyor. Adeta yaşlı ve olgun birisinin bilgeliğine de ulaşmış gibi özgüven kazanıyor. Yollara düşüyor; tek başına, korkusuzca dağlara tırmanıyor.
Belki de Sophie, yetişkin olmak için feda edilen hiçbir şeyi feda etmediği için böyle sakin karşılamıştır yaşlılığı. Gençlikten yaşlılığa geçtiği yolda bu lanet sayesinde gelecekten beklediği büyük umutları, hayalleri yıkılmadı, çok çalışmadı, hiç yıpranmadı, birden bilgeliğin tahtına oturdu adeta.
Bir düşünsenize; hangimiz gençliğimizde yeni bir hayat kurma oyunu oynamadık, hangimiz yalnız kalmadık, yıpranmadık, iyi ve kötü arasında denge kurmaya çabalamadık, adaleti sorgulamadık? Yetişkin olmanın, yaşlı olmanın, bilge olmanın bedeli neydi? İşte o bedel her neyse Sophie’nin onu ödemesi gerekmeyecekti. Belki de bundandır huzuru.
Lanete bir çözüm bulmak için yola çıkması ancak film süresince hiçbir şekilde çözüm aradığını görmememiz bundandı belki de, kim bilir?
Ve Howl. Kendi kaderinden, savaşlarından ve belki de potansiyelinden kaçan Howl. O kadar korkmuş ki, duyguları, acıları ile yüzleşmekten kalbini bir iblise teslim etmiş. Şato aslında Howl’un kalbini iblise vermesi uğruna yürüyor film boyunca, kaçabilmesi için.
Yalnızlığını da gizliyor bence görünürdeki savaşlarla. Çünkü Howl o kadar yalnız ki, kalbini iblislere vererek oluşturduğu o kalesine Sophie’yi bir saniye olsun sorgulamadan kabul ediyor. Temizlemesine, bir yerleri değiştirmesine izin veriyor. Oysa Sophie’nin kendine olan aşkından gelmediğinin Howl da farkında. Sahi Sophie niçin yürüyen şatoda yaşamaya başlıyor?
Aşkından mı? Yoksa kendini ait hissedemediği bir yerden sıyrılıp azadeliğinin sayesinde kendine bir ev bulma ümidinden mi?
Kendi savaşlarından kaçan Howl başka bir savaş uğruna ölümün kıyısında uçuyor. Sophie ise kendine bir hayat kurmak yerine Howl’un hayatını kurtarma çabasıyla kendi kimliğini de inşa ediyor. Kurtarıyor da!
Film boyunca Sophie, duygulardan ve acılardan kaçmanın bir çözüm olmadığını Howl’a hissettiriyor. Ve film bunu bize en iyi şekilde şöyle açıklıyor: Bir sahnede Sophie’nin Howl’un sınırlarını aşarak temizlik yapması nedeniyle Howl’un saç renginin altın sarısından önce turuncuya sonra siyaha dönmüş olduğunu görüyoruz. Howl, sahip olduğu tek şeyi güzelliğiymişçesine saçlarının renginin değişimi nedeniyle depresyona giriyor ve Sophie’nin bu duruma rağmen yanında olduğunu görmesiyle adeta ölümden dönüyor.
Film sanki Howl’un bu yaşadığı yıkımın yalnızca güzelliğine verdiği önemden kaynaklandığını düşünmemizi ister gibi duruyor ilk bakışta. Oysa Howl’un dış görünüşe önem vermiyor olması Sophie’nin yaşlı görünüşüne rağmen onu kabul etmesinden hatta ona aşık olmasından belli değil mi?
Açıkça söylenmese de, yalnızlığının ve duygularını bastırmanın etkisiyle kendi kabuğuna çekilen Howl’un sınırlarının Sophie tarafından nazikçe aşılması olduğunu düşünmemek çok zor.
Hikayemizin sonlarına doğru kalbi bedenine döndüğü anda, Howl da nihayet kalbi ile yüzleşmeye cesaret ediyor. Howl’un kurtuluşuyla birlikte Sophie’nin laneti de sona eriyor. Ve anlıyoruz ki Sophie de kendi başına çıktığı bu yolda başkalarını kendinden daha öne koyabilmenin, sevebilmenin, yardım etmenin ışığıyla gençliğine dönüyor.
Filmdeki dikkat çekici şeylerden biri ise filmin başında Howl kahraman Sophie mağdur rolündeyken filmin sonuna kadar tam tersini izlemiş olmamız. Kahraman, güçlü sandıklarımızın en yaralılarımız olması, çaresiz sandıklarımızın bütün çareleri yaratacak güce sahip olması. Bazen gerçekten hiçbir şey göründüğü gibi olmuyor.
Tabii filmdeki olaylara bakınca aslında bunlarla ilgisi olmadığını düşünebilirsiniz. Ama demiştim ya ben azade bir mülkzede; özgürlüğünün peşinde ama kendisine zarar verse bile sahip olduklarından vazgeçemeyen.
Bu film bana hayat yolculuğunda, nazik kalmaya çalışan sevgi ve adalet dağıtan bir genç kızın ve savaşlarından kaçmamayı öğrenen, iyiyle kötünün savaşında vicdanlı olanı tercih eden bir genç adamın hikayesiyle aslında hiçbirimizin göründüğü gibi olmak zorunda olmadığını ama göründüğümüzden daha azı değil de daha fazlası olabileceğimiz gerçeğiyle – yani kendi potansiyelimizle- barışmamız gerektiğini gösterdi.
Filmi izlediğinizde siz ne düşündünüz?